1960 yılında Ankara Çankaya’da doğdum. Babam Selanik göçmeniydi ve anne tarafından Atatürk’le akraba olmasından ömrü boyunca hep gurur duydu. Annemin ailesi ise Kafkas göçmeni, kendilerine Sapanca-Maşukiye’yi yani aşıklar diyarını mesken tutmuşlar. İyi de etmişler çünkü çocukluğum ve gençlik yıllarımın yazları hep bu cennet köşesinde geçti. Ankara Bahçelievler’deki çocukluğum ise hep sokaklarda geçti, hala çocukluk arkadaşlarıma rastlıyorum aynı sokaklarda.
Makina mühendisi olan babamın yönlendirmesiyle olsa gerek o yaşlarda çok çalışkandım, mesela ortaokul için Atatürk Anadolu Lisesi’ni birincilikle kazandım . Daha sonra da benzer şekilde lise için Fen Lisesi’ni kazandım. O yıllarda bu iki okul da sadece Ankara’da vardı, bu yüzden isimlerinin önüne şehir vs. yazmıyorum. Lise yıllarım her zamanki gibi çalkantılı olan ülkedeki çılgın politik projeler ve okuldaki çılgın bilimsel projeler arasında mekik dokumakla geçti.
Aslında üniversiteye gitmeyi değil, dedem gibi ticarete atılmayı düşünüyordum. Ama o tarihte tıp fakültesi son sınıfta olan ağabeyim “bu tembellikle hiç bir üniversiteyi kazanamazsın sen zaten” dediği için, tercih sıralamasına tek okul yazdım; tabii ki onun okulunu, yani en yüksek puanla öğrenci alan Hacettepe Tıp Fakültesini.
O devirlerde bir bölümü genel yetenek testi, bir bölümü de genel bilgi testi olan sınavın bilgi bölümünde bayağı bir zorlandığımı itiraf etmeliyim. Sınavda Türkiye altıncısı olduğumu gazetede arkadaşlarım görüp haber verdiler, o zamanlar Üniversite Sınavlarını yapan ulusal merkezin başında olan rahmetli Altan Günalp hoca ise ağabeyime “Yıllardır genel yetenek testindeki tüm soruları doğru cevaplayan ilk öğrenci senin kardeşin oldu” demiş.
Biraz da aile ve çevre baskısı ile başladığım Hacettepe’deki yıllarım da her ders yılı sonunda okulu bırakıp askere gitmeyi planlayarak geçti. Bir iddia uğruna girdiğim okulu dereceyle bitirdim ama, okul bittiğinde ODTÜ’ye gidip mühendis olmayı düşünüyordum. Ne çare ki 12 Eylül döneminin generalleri, doktorların başka okula gitmesini yasaklayınca, mecburi hizmetimi yapmaya Tunceli’ye doğru yola çıktım.
Orada henüz pratisyen bir hekimken gördüğüm ilginç bir hastayı, ulusal göğüs hastalıkları kongresine gidip anlatmamla da akademik maceram başladı. Kongredeki göğüs hocaları, bir pratisyen hekimin tek başına gelip kürsüde gayet iddialı bir şekilde sunum yapmasını bayağı bir yadırgamışlardı.
Beyin cerrahı olmaya karar vermem da aslında yine bir iddianın sonucu: “İnsanın aptalı doktor, doktorun aptalı cerrah, cerrahın aptalı beyin cerrahı olur!” şeklinde duyduğum bir sözün peşine takılıp, daha da zorunu, en zorunu; yani bebekler ve çocuklarla ilgilenen bir pediatrik beyin cerrahi profesörü olmaya, üstelik bunu uluslararası kriterlere uygun bir başarı düzeyinde yapmaya karar verdim. Bu sefer daha çok zorlandığımı söylemeliyim…
Tüm araştırmalarımı yurt içinde yaptım, yani makalelerimin tekinde bile yabancı bir isim yok. Daha çeyrek asır önce kök hücrelerle çalışmaya başlayıp, yazdığım tez topu topu birkaç sayfa olmasına rağmen hala ilginçliğini koruyor; benzerini yapan henüz olmadı. Uluslararası patente sahip, kendi geliştirdiğim ve ismimi taşıyan cerrahi el aletleri yurt dışındaki üniversite kliniklerinde kullanılıyor.
Daha iyi bir cerrah olabilmenin yolunun iyi anatomi bilmekten geçtiğini düşündüğüm için Nöroanatomi dalında doktora da yaptım, yani çift uzmanlığım var. Anadolu’nun bir çok köşesinde toplamda 6 yıl devlet hastanelerinde ve 1 yıl da bir askeri hastanede çalıştım. Buna rağmen daha 33 yaşında iken “Marquis Who’s Who in the World” kitabına alınmıştım.
Yazdığım makalelerden, 38 adet uluslararası ders kitabında alıntı yapıldı; kişinin uluslararası düzeyde bir akademisyen kabul edilebilmesi için en az 10 olması gereken H faktörüm 13. Dünyada ilk kez benim yapmış olduğum bir ameliyat bile var. Türkiye’de en genç yaşta doçent olan beyin cerrahı benim, ve yine bir tek ben iki tane üniversite anabilim dalı kurdum. Yetişmelerinde katkım olduğunu düşündüğüm asistanlarım artık üniversite hocası olmaya başladılar. 5 yıl boyunca, o zamanlar Ankara’nın en iyi özel hastanesi olan Bayındır Hastanesinde klinik direktörlüğü de yaptım.
Sonuçta binlerce ameliyat yaptım, ödüller aldım, davetli konuşmalar yaptım, travma grubu kurdum, sivil toplum örgütlerinde çalıştım; yıllar işte böyle geçip gitti. 56 yaşımda emekli olduğumda, hayatımı da borçlu olduğum eşim Özlem’le birlikte kurucusu olduğumuz bir danışmanlık şirketinde; 30 küsur yıllık meslek hayatımda edindiğim tüm deneyimi uluslararası boyutta profesyonel paylaşıma açtım. Bundan sonra gerçekleşmesini dilediğim tek bir hayalim kaldı, o da insanların beni artık “Alara Keskil” in babası” olarak tanıması…